Ana Sayfa KUR'AN-I KERİM EZBERLENECEK AŞIRLAR Mü’minun Suresi 1-11. Ayetler

Mü’minun Suresi 1-11. Ayetler

80431
0

Mü’minun Suresi 1-11. ayetler imam hatip lisesi Kur’an dersi 12. sınıf müfredatında ezberlenecek aşırlar arasında yer almaktadır.

Mü’minun Suresi Hakkında Bilgi:

Mü’minun Suresi; Kuran-ı Kerim’ in 23. sûresidir. 119 ayetten oluşur. Mekke’de inmiştir.

Sûre, adını, ilk ayetinde geçen ve “inananlar” anlamına gelen “Mü’minun” kelimesinden alır. İsminden de anlaşılacağı gibi, mü’minlerin özelliklerinden bahsetmektedir.

Mü’minun Suresi ile ilgili Hz. Ömer, Peygamberimiz’in “Bana on âyet indirildi. Kim, onların gereğini yaparsa, Cennete girer.” buyurduğunu ve ardından Mü’minun sûresinin ilk on âyetini okuduğunu nakleder. (İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azim, İstanbul 1985, V, 454). Zaten 10 ve 11. ayetlere baktığımızda da Allah’ın istediği şekilde bir hayat süren mü’minlerin Firdevs cennetine gireceği müjdelenmektedir.

Mü’minun Suresi 1-11. Ayetler Dinle (İshak Danış):

Mü’minun Suresi 1-11. Ayetler Dinle (Fatih Çollak):

Mü’minun Suresi 1-11. Ayetler Meali:

  1. Mü’minler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir.
  2. Onlar ki, namazlarında derin saygı içindedirler.
  3. Onlar ki, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler.
  4. Onlar ki, zekatı öderler.
  5. Onlar ki, ırzlarını korurlar.
  6. Ancak eşleri ve ellerinin altında bulunan cariyeleri bunun dışındadır. Onlarla ilişkilerinden dolayı kınanmazlar.
  7. Kim bunun ötesine geçmek isterse, işte onlar haddi aşanlardır.
  8. Yine onlar ki, emanetlerine ve verdikleri sözlere riâyet ederler.
  9. Onlar ki, namazlarını kılmaya devam ederler.
  10. İşte bunlar varis olanların ta kendileridir.
  11. Onlar Firdevs cennetlerine varis olurlar. Onlar orada ebedî kalacaklardır.

Mü’minun Suresi 1-11. Ayetler Tefsiri:

1. Bu bölümdeki on bir âyette İslâm’ın ibadet ve ahlâk alanlarında vazgeçilmez saydığı ilkelerin yanı sıra mümin kavramının içeriği özetlenmekte, kadın olsun erkek olsun “Ben müminim, müslümanım” diyen her insanın, bu ifadesinin anlamlı hale gelebilmesi için kendisinden beklenen yaşama modeli ortaya konmaktadır. Sûrenin ileriki âyetlerinde âhireti inkâr edenlerin iddiaları geniş olarak ortaya konup bunların eleştirildiği dikkate alındığında buradaki “kurtuluş”un öncelikle âhiret kurtuluşu ve esenliği olduğu anlaşılır. Nitekim 11. âyet ile yukarıda sûrenin fazileti dolayısıyla aktardığımız hadisteki “... Kim bu âyetlerin gereğini yaparsa cennete girecektir” ifadesi de bunu göstermektedir. Ayrıca doğru inanç ve düzgün yaşayışın sadece âhiret için değil aynı zamanda dünya mutluluğu ve esenliği için de gerekli olduğunu gerek naklî deliller gerekse insanlığın tecrübesi gösterdiğine göre bu âyetlerin dünyadaki kurtuluşun bir reçetesini verdiği de muhakkaktır.

2. “Namazda derin saygı hali yaşamak” kurtuluşun imandan sonraki ilk şartı olarak gösterilmiştir. Daha yakından bakıldığında bu âyette kurtuluşun şartlarından ikisine işaret edilmektedir. Namaz ve huşû. Bununla birlikte asıl vurgunun “derin saygı” diye çevirdiğimiz huşû kavramına yapıldığı görülmektedir. Taberî buradaki huşû kelimesini, “kulun namaz kılarak Allah’a itaatini, saygısını sergilemesi, namaz kılmak suretiyle Allah’ın emrini yerine getirmesi” şeklinde açıklar (XVIII, 1, 3). Âyetin ifadesindeki asıl tanımlayıcı öge “saygı” (huşû, Taberî’nin açıklamasına göre tezellül, hudû‘) kavramıdır. Kuşkusuz namaz İslâm’ın temel ibadetlerinden biri ve kulun Allah’a yönelişinin, O’nunla birlikteliğinin en anlamlı ifadesidir. Fakat sembolik yönü de olan namazın bu mânevî derinliği kazanabilmesi için bedensel hareketler, dilin âyet ve duaların lafızlarını okuması yeterli değildir; bu şeklî kalıpların kalpteki kulluk niyeti ve bilinci ile bütünleştirilmesi, Allah’a saygı şuuruyla anlamlı hale getirilmesi gerekir. İbadetin ve özellikle namazın bu ruhî ve mânevî boyutu Kur’an dilinde huşû, takvâ gibi terimlerle ifade edilmiştir. Burada huşû kavramı ayrıca itikadî ve ahlâkî bir anlam da taşımaktadır. Çünkü Allah’a inanmayanın O’na huşû ile yönelmesi beklenemez; böyle birinin inanmadığı, dolayısıyla bir saygı hissi beslemediği halde namaz kılıyor, ibadet ediyor görünmesi ise din dilindeki deyimiyle “münafıklık”tır. Münafıklık ise dinî konularda için ve dışın, özün ve sözün birbirine uymamasıdır, dolayısıyla tam bir ahlâk bozukluğu ve erdemsizliktir. Sonuç olarak âyette ibadetin kurtuluşa götürebilmesi için hem formunun hem de içeriğinin önemine işaret edilmiş bulunmaktadır.

3. Meâlinde “anlamsız ve yararsız” diye çevirdiğimiz lağiv kelimesi sözlükte “boş ve mânasız söz ve davranış” anlamına gelir. Taberî’nin belirttiği gibi (XVII, 3) kelime burada Allah’ın kullarında görmek istemediği her türlü boş ve yanlış (bâtıl) tutum ve davranışları ifade etmektedir. Hasan-ı Basrî’nin bu kelimeyi bütün günahları içeren bir kavram olarak daha geniş bir muhtevada açıkladığı bildirilmektedir (Kurtubî, XII, 112).

4. İslâm’ın beş temel şartından biri olan zekât ibadetinin, Mekkî olan bu sûrenin inmesinden sonra Medine’de farz kılındığı bilinmektedir. Şu halde buradaki zekât kelimesi geniş anlamıyla sadaka yerine kullanılmış olmalıdır. Kur’an-ı Kerîm’de zekât ve sadaka kelimelerinin zaman zaman birbirinin yerine kullanıldığı görülür. Nitekim farz olan zekâtın kimlere verileceğini açıklayan âyette de zekât yerine sadaka kelimesi kullanılmıştır (Tevbe 9/60). Zekât ibadeti Medine’de farz kılınmakla birlikte Mekke döneminde inen âyetlerde de sadaka, zekât, infak, ihsan, it‘âm gibi kelimelerle müslümanlar malî yardımlaşmaya teşvik edilmekte, bunun üzerinde önemle durulmakta idi.

5-6-7. İffetin korunması, İslâm’ın temel ahlâk buyruklarından biri olup, bu âyetler grubunda sayılan diğer niteliklerde olduğu gibi hem erkekleri hem de kadınları kapsamaktadır (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, III, 1310). İslâm’da hayatın çeşitli alanlarına dair pek çok düzenleme, Kur’an ve Sünnet’te ortaya konan genel ilkeler, amaçlar ve örnekler çerçevesinde ihtiyaçlara, zaman ve şartlara göre İslâm toplumunun takdirine bırakılırken evlenme ve aile ile ilgili belli başlı hukukî düzenlemelerin doğrudan Kur’an tarafından belirlenmiş olması, İslâm dininin iffet konusundaki duyarlılığının bir ifadesidir. Bu duyarlılık zamanla İslâm toplumlarının genel ahlâk ve iffet telakkilerine de yansımış; bu toplumların karakterini belirleyen aile, namus ve iffet anlayışının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bununla birlikte sonraki ahlâk ve fıkıh kitaplarında bu hususta aşırıya kaçan bir hassasiyetin geliştirildiği; fitne, sedd-i zerîa, ta‘zîr gibi kavramların bazan amacının dışına taşırıldığı, böylece Kur’an’ın esas aldığı iffeti koruma hedefini taşan aşırı bir anlayışla hayatın doğal gelişiminin kısıtlandığı da bilinmektedir. Bu zihniyet, giderek daha çok kadınların aleyhine baskıcı uygulamaların süreklilik kazanmasına, buna bağlı olarak bazı ahlâkî sapmalara vb. olumsuzluklara da zemin hazırlamıştır.

Kur’an’da ve diğer temel İslâmî kaynaklarda kadın olsun erkek olsun her müslümanın, cinsel ihtiyacını karşılamada kendi eşiyle yetinmesi kesin bir hüküm olarak konulmuş; bu hükümlerle çelişen her türlü uygulama gayri meşrû kabul edilmiş, aykırı davranışlar için ağır yaptırımlar getirilmiştir. Bundan başka İslâm’ın geçmişten devraldığı, –öyle anlaşılıyor ki Kur’an ve Sünnet’in bütününden çıkan insanlık anlayışıyla, insan onur ve haysiyetiyle bağdaşır görmediği için zaman içinde ortadan kaldırmaya yönelik tedbirler getirdiği– kölelik uygulamasının bir sonucu olarak, fakat belirli kurallara uymak kaydıyla câriyelerden yararlanma da meşrû kılınmıştır. Âyetin “ellerinin altında olanlar” şeklinde çevrilen kısmı, “câriyeler” anlamında kabul edilmiş ve bu sınırlı durumla ilgili fıkhî düzenlemenin temellerinden birini oluşturmuştur (câriyeler hakkındaki hükmün uygulanmasıyla ilgili farklı görüşler için bk. Nisâ 4/24). Ancak İslâm’ın hedefine uygun olarak günümüzde kölelik kurumu ortadan kalktığı için bu konuyla ilgili hükümlerin uygulanmasına da fiilen ihtiyaç kalmamıştır.

Bazı Sünnî âlimler, “belli bir sûreyle sınırlı evlenme” anlamındaki müt‘a nikâhının haram olduğu yolundaki görüşlerini bu âyetlerin sınırlayıcı ifadesine dayandırmışlardır (bk. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, III, 1310; Kurtubî, XII, 113, Mut‘a nikâhı hakkında bk. Nisâ 4/24).

8. Müfessirler, buradaki emanet ve ahid kavramlarının hem insanlar tarafından korunması ve esirgenmesi için bırakılan nesneler, riayet edilmesi istenen sözleşmeler gibi maddî ve mânevî emanetleri, görevleri hem de Allah’ın kullarına yönelttiği ve kulun iman ikrarıyla uymayı taahhüt ettiği ilâhî hükümleri kapsadığını belirtirler. Buna göre meselâ birine korunması için bırakılan mal gibi Allah’ın müminden yerine getirmesini istediği namaz, oruç vb. ibadetler de birer emanettir (Râzî, XXIII, 81)

9. “Titizlikle ifa etme” diye çevirdiğimiz muhâfaza kavramı sözlükte “devam etmek, riayet etmek, gözetmek” anlamına gelir. Yukarıda (2. âyet) namazı huşû ile kılmanın önemine işaret edilmişti; burada ise namazı vakitlerine, kurallarına riayet ederek kılmanın önemine dikkat çekilmiştir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “hfz” md.; Kurtubî, XIII, 115).

10-11. Firdevs kelimesinin menşei ve anlamı hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Araplar’ın bu kelimeyi İslâm’dan önce de kullandıkları söylenmektedir. Kelimenin aslının Pehlevîce (Eski Farsça) “etrafı duvarla çevrili yer” anlamında pairi-daeza olduğu, bunun paradeisos şeklinde Grekçe’ye, oradan da firdevs şeklinde Arapça’ya geçtiği söylenmektedir. İslâmî kaynaklarda firdevs kelimesi cennetin tamamı veya bir bölümü için kullanılmaktadır. Cennetin ortası ya da en yüksek yeri olduğuna dair değişik rivayetler vardır (bilgi için bk. M. Said Özervarlı, “Firdevs”, DİA, XIII, 123-124). Müfessirlerin de kaydettiği bir hadise göre Hz. Peygamber, “Âhirette her insanın, biri cennette biri de cehennemde olmak üzere iki yeri vardır; inkârcılar ölünce cehenneme atılacakları için müminler cennetteki kendi makamları yanında inkârcılar için hazırlanmış olan makamlara da vâris olacaklar” buyurmuş, ardından da bu iki âyeti okumuştur (İbn Mâce, “Zühd”, 39; İbn Kesîr, V, 459).

Kaynak: Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 9-12

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu yazınız!
Lütfen ad-soyad bilginizi girin