Bir süredir yakın tarih okumaları yapıyorum. Bir yıl öncesini bile zor hatırladığımız “hız ve haz çağı”nda yakın tarihimize ışık tutacak eserlerle hafızamı diri tutmaya çalışıyorum. Toplumsal ve bireysel hafızalardan artık yavaş yavaş silinen bir konuyu okumak istedim: Türkçe ezanlı yılları…
Gençlerimizin mutlaka öğrenmesi gerektiğini düşündüğüm bu yılları en iyi nereden okurum arayışına girdim ve karşıma iki eser çıktı. Biri Mustafa Armağan’ın “Türkçe Ezan ve Menderes” adlı kitabı, diğeri ise Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Ümit Meriç ve Harun Tokak’ın kaleme aldığı “Ezanın Yasaklı Yılları – Yarının Ezanları” adlı kitaptı. İkinci eseri piyasada bulmak çok zor, Mustafa Armağan’ın eseri ise hala baskı yaptığı için Mustafa Armağan’ın “Türkçe Ezan ve Menderes” adlı kitabını alıp okumaya başladım.
Mustafa Armağan, hem belgelerle konuşmuş hem de o günlerin canlı şahitlerinin hatıralarını da aktarmış eserde. Bazı yerlerde tüylerim diken diken oldu, bazı yerlerde gözlerim doldu. Açıkçası gayet doyurucu ve aydınlatıcı bilgiler vermiş Mustafa Armağan.
Türkçe ezanlı yıllar, maalesef tarihimize utanç yılları olarak geçti. Asırlardır semalarımızda yankılanan ezan-ı Muhammedî, ülkemizi işgale yeltenen İngiliz ve Fransızların bile cüret edemediği bir şekilde kendi insanımız tarafından bir ucubeye çevrildi ve aslından kopartılıp Türkçe okundu. Hem de ne Türkçe… Sebep ise millî bir din oluşturma gayretiydi. Her şeyimiz millî olacaktı güya. Dilimizdeki Arapça kelimeler atılacak yerine Türkçe kelimeler konacaktı. Avrupa’dan kanunlar ithal ederken, kılık kıyafetten tutun, harflere, ölçü ve tartıya kadar her şeyi Avrupa’dan kopyalarken millîlik akla gelmezken ne hikmetse din dili Türkçe olmalıydı… Ezanı anlamalıydı halk(!)… Ezan Türkçe olursa camiler dolup taşacaktı(!)…
Namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmaz demiş atalarımız. Ama birileri için geçerli değildi bu söz. Okunan ezan rahatsız ediyordu onları. Hazır ellerine güç geçmişken bayrak inmesin, ezan dinmesin diye yedi düvelle savaşa giren insanımızın ezanına el uzatmaktan utanmadılar. Tam 18 yıl boyunca bu ülke semalarında ezan duyulmadı. Onun yerine “Tanrı uludur” diye başlayan bir şeyler okundu. 1932’den 1950 yılına kadar tanrı yerine Allah, uludur yerine ekber diyenler ise tutuklandı, coplandı, dayak yedi, görevden atıldı, para cezasına çarptırıldı. Bunların hepsi yaşandı 18 yıl boyunca. Halk, yasağı delmek için minarelere delileri çıkartıp Arapça ezan okuttu.
1941 yılına kadar yönetmelikle uygulandı Arapça ezan yasağı. 1941 yılında ise kanun çıkarıldı ve Arapça ezan okumak yasaklandı. Ezanı minarelerde İngilizce veya Fransızca okumak, hatta minareye çıkıp küfretmek suç değildi. Çünkü kanunda öyle bir madde yoktu. Yasak sadece aslına uygun okunmasına yönelikti.
Tepeden inme Türkçeleştirme operasyonu sadece ezanla sınırlı kalsa yine iyiydi. Cenaze ve Cuma salalarının, kametin, teşrik tekbirlerinin, salâvatların da Türkçe okunması isteniyordu. Hatta namaza başlama tekbiri olan iftitah tekbirlerinin de Tükçe olması istendi, Allahu ekber denilmesi yasaklandı. Zamanla namazda okunan Fatiha ve surelerin de Türkçe okunması bile gündeme alındı.
14 Mayıs 1950 tarihinde yapılacak seçimler, Türk siyasi hayatının seyri açısından büyük öneme sahipti. Çünkü ilk defa demokratik bir ortamda seçime gidilecek ve çok partili hayat başlamış olacaktı. Halk ise yorgun ve bıkkındı. 20 yıldır din eğitimi veren okulların olmaması, ezanın 18 yıldır yasaklanması halkı bezdirmişti. Seçime giren Demokrat Parti’den ve Adnan Menderes’ten yol, su, elektrikten önce dini yaşamanın önündeki engellerin kaldırılmasını istiyordu halk. Adnan Menderes de bunun sözünü vermişti. Böyle olunca ilk demokratik seçimde Adnan Menderes oyların büyük bölümünü alarak iktidara geldi ve çok partili hayata ve dolayısıyla demokrasiye geçilmiş oldu.
16 Haziran 1950 tarihinde, yani iktidara geldikten sadece bir ay sonra ezan meselesi meclise taşındı. İlgili kanun maddesindeki Arapça okuyanlara yönelik verilen ceza kaldırılacaktı. Mecliste görüşmeler yaşanırken halk da meclise akın etmiş, görüşmeler hoparlör vasıtasıyla meclisin bahçesinde bekleyen halka aktarılıyordu. Herkes, konuşmaların bir an evvel bitmesini ve kanun maddesinin değiştirilmesini istiyordu. Sonuç olarak yıllarca yasağı uygulayan ve savunan Cumhuriyet Halk Partili vekillerin de oyuyla kanun maddesi değişti ve ezan-ı Muhammedî özgürlüğüne kavuştu.
Yasanın o gün çıkması önemliydi çünkü ertesi gün Ramazan ayı giriyordu. Akşamleyin teravih için camileri dolduracak Müslümanların hiçbir baskı altında kalmadan özgürce ve huzur içinde ibadetlerini yapmaları hedefleniyordu. Kanun çıkarıldı ve jet hızıyla Cumhurbaşkanı Celal Bayar tarafından onandı. Aynı gün müftülüklere yasağın kalktığına dair yazı gönderildi ve ezana hasret kalan milletimizin ezanla buluşma anı gelmişti.
İlk ezan okunmadan önce davullarla, zurnalarla bayram edercesine sevindi halk. Camilerin avlusuna doluşup kurban keserek karşıladılar ezanı. Minarelerden Allahu ekber sesleri duyulunca yıllardır özlemini çektikleri ezan-ı Muhammedîyi, Medinelilerin Peygamber Efendimiz’i sevinçle karşıladıkları gibi gözyaşları ile karşıladılar. Arapça ezanın serbest bırakıldığı gün halk o kadar sevinmişti ki, Bursa’da bir camide ikindi ezanı yedi defa Arapça olarak okunmuştu.
Urfa’da o zamanlar müezzinler âmâlardan seçilirmiş. Hasan Padişah Camii’nin müezzinini -ezan şimdiki gibi aşağıdan hoparlörle okunmamaktadır henüz- minareye çıkartırlar. İlk “Allahu Ekber” sesine kulak kabartılmıştır. Pür dikkat beklenmektedir…
Bir, üç, beş, derken dakikalar geçer ama ezan sesi gelmez bir türlü. Müezzini görürler şerefede ya, nedense okumamaktadır. Seslenirler kendisine; cevap alamazlar. Bunun üzerine “Git bak bakalım” diye bir genci gönderirler şerefeye. Genç birazdan soluk soluğa iner aşağıya. Hep birlikte merakla sorarlar: “Neden okumuyor müezzin?” Genç cevap verir: “Ağlıyor da ondan!” Âmâ müezzin ağlamaktan okuyamamaktadır.
Bir dönem Diyanet İşleri Başkan Vekilliği de yapan, 2006 yılı Mayıs ayında kaybettiğimiz Yaşar Tunagür Hocaefendi verdiği bir röportajda o günü şöyle anlatıyordu:
“Ezanın Türkçe okunduğu günlerdi. Cuma namazlarını Sultanahmet Camii’nde kılmayı kendime âdet edinmiştim. Cuma namazlarını meşhur Hafız Saadettin Kaynak kıldırırdı. Yani ilk defa Türkçe ezanı okumuş olan Hafız… Yine böyle bir Cuma günüydü ve Sultanahmet Camii’ne namaz kılmaya gidiyordum. Fakat her zamankinden farklı olarak caminin avlusunda büyük bir kalabalık ve telaş vardı. Ben ve yanımdaki arkadaşım, merakla cami avlusuna doğru ilerledik. Baktık ki caminin içinden çok, avluda insan var. Onlar bir şeyler duymuşlar ama biz henüz bilmiyoruz. Girdik içeri, avluda baktık ki herkes yukarı bakıyor. Camiye giren falan yok. Herkes yukarı bakıyor. Birden cami minarelerinin bütün şerefelerinden “Allahu ekber! Allahu ekber!” diye Arapça Ezan okunmaya başladı. Meğer camiin imamı olan Saadettin Kaynak, her bir şerefeye bir müezzin yerleştirmiş, birbiri ardına nasıl ezan okuyacaklarını da onlara güzelce tembihlemişti. Durumdan haberi olmayan camiin içindeki cemaat da, Arapça Ezanı duyar duymaz kendilerini dışarı attı. Avlu hıncahınç doluydu. Herkes İstanbul semalarını inleten Arapça Ezanı dinliyordu. 16 müezzin 6 minarenin 16 şerefesinden biri başlıyor, öbürü bitiriyor, yarım saate yakın sürdü ezan. Bunu, İstanbul’un diğer camileri takip etti…
İstanbul’un bütün minarelerinden, yıllardır özlemini çektiğimiz ezan sedaları yükseliyordu göklere… Bir an için rüyada olduğumu sandım. Fakat bu bir rüya değil, gerçekti. Minarelerden Arapça Ezan okunuyordu. (Duygulandı ve gözlerinden akan yaşları sildikten sonra devam etti.) Arapça Ezan sesini duyan herkes olduğu yerde durmuştu. Sanki yere çivilenmiştik; ben ve Sultanahmet Meydanı’nı dolduran bütün insanlar… Sokakta oynayan çocuklar bile oyunlarına ara verip, ALLAHU EKBER, ALLAHU EKBER’leri dinler oldular… O an anlatılmaz, yaşanır ancak… Büyük bir daüssıladan sonra, öz vatanımıza kavuşmuş gibiydik… ALLAH bir daha göstermesin o günleri…”
Prof. Ahmet Lütfi Kazancı ise Çorum’da yaşananları şöyle hatırlıyor:
“Ulu Cami’nin batıya bakan kapısı önünde gördüğüm ak sakallı bir ihtiyar, müezzinin yolunu kesti, “Ezan Arapça’ya çevrilirse, Ulu Cami de ilk Cuma Ezanını ben okuyayım diye nezrettim (adakta bulundum). Kurbanların olayım, beni mahrum etme!” diye yalvarıyordu. İhtiyarın isteği kabul edildi. İç ezanı o okudu. Camiyi dolduran binlerce insanın sel gibi gözyaşı döktüğüne şahit oldum. Hayatım boyunca bu kadar kalabalık bir topluluğun birlikte gözyaşı döktüğünü bir daha hiç görmedim.”
Sonuç olarak ezanın Türkçe’ye çevrilmesinden dinimiz de, Müslümanlar da Türkçemiz de bir fayda sağlamadı. Devlet ise hiç üzerine vazife olmayan bir mesele yüzünden itibarını, halkın gözündeki o saygı duyulan baba rolünü zedeledi. Adnan Menderes ve arkadaşları bu hatayı düzeltti ama bu da onların canına mal oldu. 27 Mayıs darbesini yapanların itiraf ettikleri gibi, ezanın aslına döndürülmesi onları harekete geçirmişti. Menderes ve arkadaşları idam edilerek şehadet şerbetini içtiler. Rabbim şehadetlerini kabul eylesin. Yaptıkları hizmet unutulmaz. Onları idam edenlerin adları sanları unutulup gitti ama bu dine ve bu necip millete hizmet eden Adnan Menderes’ın adı kıyamete kadar unutulmayacak.
Son olarak kendimize sormak lazım; acaba ezanı 1950’de ilk okunduğu günkü gibi hisseden kaç kişi var aramızda? Ezanımıza gereken hürmeti gösterebiliyor muyuz? Ezanın kadrini kıymetini, ezan uğruna çekilen sıkıntıları biliyor muyuz?
Kitabı mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Gençlerimizin, özellikle imam hatip öğrencilerinin bu yılları bilmesi şart…
Selametle…